SUNGUR DERESİ -1- (Deneme)
- nakiselmanpakoglu
- 31 Eki 2022
- 6 dakikada okunur
Güncelleme tarihi: 14 Oca 2023

)
Kuş cıvıltılarını, doğanın yeşilliğini, kokularını bana hatırlatan Menekşe Sümer’e teşekkürlerimle.
Dere kenarında yaşamak, dereleri yazmak istemişimdir hep. Ne ki Ankara’da dere yok çok şükür(!) Çocukluğumdaki derelere gidip yeniden düşleyip yazmak istedim. Hani kimi durgunlaşıp genişlediği yerlerde çimdiğimiz, elimizi yüzümüzü yuduğumuz dereleri. Hep akıp da bir türlü denizleri dolduramayan dereleri.
Ankara’nın dereleri vardı. Semt isimleri zaten bu konuda bize en iyi ipuçlarını veriyor: Kavaklı-dere, Hoş-dere, Bülbül-deresi, Bent-deresi, Dikmen-deresi, Cevizli-dere, Kirazlı-dere… Bu dereleri en iyi anlatan “Anadolu Manzaraları” yazarı Hikmet Birand’dan başkası değildir. Onu Dikmen ve Hacıkadın Deresi büyüler. Orada dik yamaçlar, derin yarlar ve de çağlayanlar vardır, Birand onlara yanıktır. Zamanla bu derelerin doğal yatakları yeraltına itildiler, üzerleri kapatıldı; yaşarken mahkûm edildiler, onların seslerini rögar kapaklarında bile kentin gürültüsünden duyamıyoruz. Nefes aldıran, can veren kaynaklarımıza ihanet edip onlarla yaşamak varken yok ettik.
Eski fotoğraflarımın olduğu mekânlar, piknik için gittiğimiz Kayaş ve Hatip Çayı kıyıları. Evler yapıldı, derelerin çoğu kurudu. Ne düzensiz akacak ne taşkınlık yapacak halleri kaldı.
Dere boyu saz olur
Gül açılır yaz olur
Ben yârime gül demem
Gülün ömrü az olur.
Nerede saz, nerde açılan güllerle gelen yaz. Dereler akmayınca onlara yakılacak türküler de kalmadı.
Oy dere daşlı dere
Derman ol derdumuze
Mevlam sabırlar versin
Sevduğum ikimize.
Karadeniz ezgilerinde en sık duyduğumuz sözler; dere, çayır, çimen, yayla, deniz olsa da son yıllarda bu yöreye ait sözlerimiz akarsuların savunulması üzerine; güzelim yurdumuzu HES ve dere yataklarının doldurulmasına karşı mücadeleyle ve bölge üzerinden yürütülen rant politikalarıyla anıyoruz. Yıllar sonra dereler, kaybolan sebze, meyve ağaçları, yeşil doğa üzerine türküler yazarsak bu kadar güzel olmayacağı bir gerçek. Dereler akıp gitmiyorsa derebeyleri yüzündendir! Derelerin beyleri sayesinde balığı, kuşu, kumrusu, perisi, otu, kumu, yatağı, kenarı, boyu, akımı, çakılı hepsi kayboldu.
Derebeyleri mitolojiden mi güç bulurlar bilemem ama mitolojide derebeyleri koruyan hiçbir Tanrı yoktur.
Türk Mitolojisinde pek bilmediğimiz koruyucu ruhu olan “dere iyesi” var.
Her suyun bir iyesi vardır. Hepsi sularda yaşarlar. İnsanlara zarar vermezler. Akarsuyun koruyucu ruhudur iye. Her akarsu için farklı bir iye vardır. Yaşlı kadın kılığındadır. Çaylarda derelerde yaşar. Köprüden geçerken suya bakanlara kızar ve başını döndürür. O kişi de suya düşer ve bazen boğulur. Suların kirletilmesi onu çok üzer. Suya kirli şeyler dökenlerin başına belalar getirir. Bazen kuraklık ve hastalık getirir. İlk defa su doldurmaya giden bir gelin kendisine saçı verir. Bozuk para atılır. Veya sudaki canlıları beslemesi için peynir, çökelek, ekmek dökülür. Kötü insanları ayaklarından tutup suya çektiği söylenir. Bazen aslında çok sığ olan bir yerde insanlar onlarca kulaç derinliğe batabilirler.
Yine Su Sonası/Sunası olarak bilinen yarı balık yarı kız olan bir canlının taş üzerinde oturduğu görülür. Tatar mitolojisinde Su Atası, Su İyesi ve Su Anası bazen tek bir varlığa verilen çeşitli isimler olarak görünür. Fakat aralarındaki en önemli fark, Su İyesinin sadece belli bir su kaynağına bağlı olmasıdır. Dere İyesi’nin hastalıkla sınanan bir kutlu kişiye iyileşmesi için Tanrı tarafından gönderildiği de düşünülür.
Zamanın birinde, zengin bir uşak maddi durumu onun kadar iyi olmayan bir genç kıza âşık olur. Tabi kız da bu uşağa. Bunlar birbirlerine sevdalanırlar lakin kız ile oğlanın birbirine kavuşmasını istemeyen insanlar vardır. Kız artık o kadar sevda acısı çeker ki; Ordu'nun dereleri Aksa yukarı aksa Vermem seni ellere Ordu üstüme kalksa.
Sevdadan vaz geçilmeyeceğini bu uğurda neler yapılabileceği bir türküde ancak böyle anlatılın bilinir. Kız ile oğlanı ayırmak için oğlana, kız hakkında yalan yanlış şeyler söylenmektedir, bu sebeple kız; Oy Mehmedim Mehmedim Sana küstüm demedim Beni sana geçmişler Vallahi ben demedim. Bundan böyle Ordu’da da dereler adına yaktığımız türküler olmayacak.
Gün geldi derelerin üzeri kapandı onca güzellik insan evladının marifeti ile tarih oldu. Yaşar Kemal ne güzel demiş “O güzel insanlar, o güzel atlara binip gittiler”. O güzel dereler de aktı, aktı yok oldu gitti.
İşte bu nedenle sık sık başımı alıp çocukluğumu görmeye Sungur Deresi’ne giderim. Hacıbektaş’ın hemen yanı başında eskilerde bize pek uzak gelen şimdi araçla hemen kavuşulan Sungur Çiftliği’nin olduğu dere. Yetmişli yaşlarda yüzmekte olunca “toprak çeker insanı” misali.
Bayır aşağı dereye inerken üstüm başım tozdan topraktan çok anı kokar. Tezek ve açık sarı çiçekler açan iğde kokuları arasında, açıkta kaynayan süt kazanının, gıdaklayan tavukların, kaynak suyunun durmadan kalın bir borudan yalağa “zemzem” olarak akışı aradan geçen yıllara rağmen aynı. Pınar’ın ayağında mor mor açan naneler, yazın kokularını kekik ve çamla karıştırır. Dere kenarından yukarılara doğru doruklarda alıç kümeleri yükselir. Yürüdükçe bir zamanlar üzerinden inmediğim usanmadan mayhoş meyvesini yediğim öbek öbek alıç ağaçları. “Alıç Ağacı ile Sohbetler” gelir aklıma Hikmet Birand’ın. Dalar giderim yukarılara bakarak.
Derelerdeki alıçlar sonbaharda esen her rüzgârda yerlere saçılıp toprakta demlenmeye dururlar. Bu da ineklere güzel bir ziyafet olur. Alıçlar büyük kuşlar içine giremediği için saksağanlar için de iyi bir korunaktır.
Kekik, kollarıyla yavrusunu sarmış ana gibi kaplar kıraçları. Ne azgın sellere verir yapraklarını ne de ağaçları kökünden söken rüzgâra. En az ağaçlar kadar karşı koyar erozyona.
Sungur’un kıraçları oldukça dik, bitkisi renklidir, pembe, beyaz kekik yüklüdür. Bu güzel eğim, sürülemeyeceği için bitki örtüsünün korunması da demektir. Kimi zaman inekler, kimi zaman koyunlar öyle bir yayılırlar ki bu yamaçta durdurulmuş bir film karesi sanırsınız. Yayılıyorlar mı, fotoğraf mı çektiriyorlar, dans mı ediyorlar? Anlayamazsınız. Kekiğin kokusu balda, sütte duyulur. Bu nedenle dere, kekikli kıraçlara ev sahipliği yapmaktan hiç yüksünmez.
Kıraçlar, arıların, kelebeklerin çiçek bahçesi, yılanların yuvası, kertenkelelerin hiç ayrılmadığı toprağıdır. Her bitki rengiyle uyumlu kendine özgü bir tırtılı, sütüyle yaprağıyla besler. Rengiyle birebir örtüşen görünmez bir örümceğin avlanma yeri olur. Kurumayan borcakları, kuş yuvalarını gizler kem gözlerden, sinesinde barındırır onları.
Rüzgâr püfür püfür estiğinde akçakavakların yaprakları yelpirir. İnsanın içindeki sevgi tellerini tımbırdatmaya yeter bu.
Keyfim kabardıkça kabarır. Tarihe şahitlik eden yaşlı kavaklar; kimi dik kiminin beli bükülmüş. Yer yer gövdelerinde boşluklar açılmış ama yine de yaşamaya direnen asırlık söğüt ağaçları. Harımın dibinden dolaşa dolaşa dere kenarındaki sekiye varırım. Daha yukarıda düzlüklerde, yaz günlerinde buğday öğüten dövenlere bindiğim yerler artık yok. O zamanlar buğday tarlaları denizlerim, harman yerleri lunaparkım, değirmende elenen unları eşeksırtında seklemlerle taşımam kutsal ve onurlu görevimdi. Elim, yüzüm, giysilerimi una bulaştırır ne kadar çok çalıştığımı büyüklerime göstermek isterdim.
Toprağın dereye taştığı yerde dolaşırdım. Çıplak ayaklarımın yaşayabileceği en yumuşak duygu buydu. Yıllar önce o tozlu yollarda bıraktığım yalınayak çocukluk gölgelerimle birlikteyim, onunla kol kolayım şimdi. Her şey canlı, diri bana. Söğüt dallarının, kavakların, kamışların arasından dolana dolana düz ovadaki yatağında akıp giden derenin nereye kavuştuğunu da hâlâ merak ederim.
Sözü daha fazla uzatmadan Sungur Deresi’ne doğru inelim.
Ancak akan suyun kenarında yol almadaki acemiliğim, çocukluğumla şimdiki zamanın arasındaki uzaklığın gökteki bulutlar gibi açıldığını hissettiriyor. Ne ki suyun sesini dinlerken yaşlılığım uçuyor, gençleşiyorum.
Sungur baharda aşağıdan bakınca kayanın içinden çıkıyor gibidir. Taş sekileri atlayarak kaybolup yeniden bir sonrakinde görünür olan beyazlığı ile kıyılar arasında sıkıştıktan sonra acelesi varmış gibi akar, sonra yorulup dinlenir. Zıplamak bana göre değil diyerek kayalar üzerinden o kadar ince akar ki yok sanırsınız.
Dere burada kendine özgü bir flora ve fauna * yaratmıştır. Sungur Deresi’nin kıyılarında her mevsime özgü mantarları bulunur. Daha baharın ilk aylarında yağmur yağar yağmaz çıkmaya başlar, kar yağana dek sürer bu mantar çeşitliliği. Şemsiye gibi büyüyen ağca mantar baharın yerdeki yıldızlarıdır. Bunları toplamak yerde boncuk bulmuş gibi ayrı bir sevinç verir insana. Boyu ve şekli kavak gibi olan evlek mantarı hemen ağca mantarına eşlik eder. Bahardan güze kadar evlek mantarını ağırlar dereler. Suyun değdiği yerde akşamdan sabaha çıkıverir. “Ben buradayım” diye bir bağırmadığı kalır, uzaktan bile hemen görülür. Ağca mantarı, mayıs ayını zor atlatır ve ortadan çekilip meydanı köstebek mantarına bırakır. Kavak mantarı -bir adı da istiridye mantarı- kış ayı dışında diğer mevsimlerde derede çürümüş kavakların dibinde siyaha çalan rengiyle kırıtır görücüsü gelmiş kız gibi. Çayır mantarları, lekeli kavak mantarları gibi yenmeyen adını bilmediğimiz diğer mantarlarda renklendirir dereyi. İnekler de mantar yemeyi severler, onların yemedikleri mantarlar bilin ki zehirlidir.
Hiçbir hayvanın gönül indirmediği, kıraçların en uzun boylu bitkilerindendir; süpürgeler. Süpürge olarak kullanılmaları da bu sebeptendir muhtemelen. Uzun ve biraz da odunsu oluşları onları dayanıklı kılar. Bu nedenle küçük kuşlardan; bülbüller, kuyruksallayanlar, baştankaralar hatta keklikler de biliyor olmalı ki yuva yapmak için kullanırlar. Birçoğunun dibinde yazın görülmeyen ancak sonbaharda otlar kuruyunca kuş yuvaları görmek mümkündür. Hürü Nine’nin de en sevdiği iştir bu süpürgeleri toplamak. Madımak süpürgesiyle çöpleri, yazı süpürgesiyle kapı önlerini, peygamber süpürgesi ve gümüş süpürgesiyle bulgurun kepeğinin iyi süpürüleceğini bilir. Ona göre toplar.
Derenin karşı yamaçları kırmızı ve pek ender görülen beyaz gelincikler (bunların sarı renkli olanına cin lalesi denir), sarı düğün çiçekleri, arıların bir türlü ayrılamadığı erguvani ballıbabalar, gölgede saklanınca asla solmayan sarı demetler halinde açan güneş çiçekleri- ölmez çiçek de denir-. İlk büyüdüğü için ilkbaharda ineklerin ilk yiyeceği ot olan ve gölgede diğer bitkilerden daha hızlı büyüyen koyu yeşil yapraklarıyla çoban süseği (yoğurt otu), dereye inen patikalarda balın ve sütün içinde hissettiğimiz mis kokulu kekikler susuzluğa pek dayanıklıdır. Ak, mor, ebruli, sarı çiğdemler kışın sonunda baharın önünde açar, yaz bastırmadan da tası tarağı toplayıp çekip giderler.
Acı yavşan otu yayvan, kırağı düşmüş gibi beyaz görüntüsü ile çiftliğin sahibi İhsan Amca’nın sigarasının olmazsa olmazıdır. Daha doğrusu öyleydi.
İhsan Amca solunum sıkıntısı olduğunda bu bitkinin kurusunu sardığı sigaranın ucuna ekleyerek içer, nefesinin açıldığını söylerdi.
* : Flora: Bir ülkede ya da bir bölgede yetişen bitkilerin tür olarak tümü.
Fauna: (Drey): Bir ülke, bölge, özel bir çevre ya da devreye has tüm hayvanlar.
Devam edecek.
Comments